« La banalisation de l’horreur » article de Nora Seni dans Radikal İki: 18/03/2012

 Nora Seni interroge le décrochage de l’intelligentsia turque dans l’après Seconde Guerre mondiale de la pensée européenne dans le journal Radikal İki du 18 mars 2012. 


Vahşetin sıradanlaşması

 
NORA ŞENİ

Radikal 2 / 18/03/2012

Sıradanlaşma, nefret söylemine maruz insan ve insan gruplarını zamanla insandan saymamayı mümkün kılıyor: Onlar bizden değiller…

Türkiye II. Dünya Savaşı’na katılmadı, savaş Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarından girmedi ve Türkiye’yi dehşetinin dışında bıraktı. Avrupa için ise dehşet savaş sonrasında bir başka şekilde ve en az savaş kadar şiddetle tezahür etmeye devam etti. Temerküz kampları açıldı ve Avrupalılar Ziklon B gazını, ölüm fırınlarını, ceset yığınlarını, toplama kampının buz tutmuş toprakları üzerinde bir deri bir kemik kalmış çıplak ve hayaletvari dolaşan gözlerinden başka hiçbir şeyi insanı hatırlatmayan bedenleri keşfetti. İnsanlık tarihinde görülmemiş bu sanayileşmiş, serileşmiş katliam nasıl mümkün olmuştu? Avrupa’dan, kültürlerinden, medeniyetinden nasıl böyle akla hayale sığmayan bir imha politikası doğup gerçekleşebilmişti? Buna izin vermiş olan medeniyet neydi, kimdi, bunları yapanlar insan mıydı, canavarlıkları neydi, bundan böyle nasıl yeniden insana güvenilebilecek edebiyat yapılabilecekti, şiir, roman yazılabilecekti, nasıl felsefe yapılacak, nasıl tiyatro oyunu yazılabilecek, neye inanılabilecekti, insanlık diye bir şey var mıydı, her insan bir canı nasıl barındıracaktı? Bu sorularla karşı karşıya kaldı Avrupa, bu sendeleme ve çöküşle, bu şüphe ve suçla, ayıpla, utançla.
Ve en önemlisi ‘bunun tekrarı nasıl önlenir, ön işaretleri nelerdir, hangi sesler tehlike çanlarıdır’ sorularıyla, dikkat edilmesi ve daha henüz bir semptom iken dahi geçit verilmemesi, önlemler alınması gereğiyle uğraştı. 

Türkiye
Türkiye bu sorunsalları, bu sorgu suali, sarsıntıyı, dehşeti, kendinden şüphe etmeyi paylaşmadı. II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa düşünce dünyasını, literatürünü, yayın hayatını, üniversitesini, akademisini, bilinç ve vicdanını, siyasi hassasiyetini belirleyen bu zihniyetin dışında kaldı.
Hangi söylemlerin meşruiyetlerini tamamen yitirdiğini görmedi. O anda tehlike arz etmeseler de hangi ayrımcı, ırkçı söylemlerin sıradanlaşmasına artık izin verilmediğini içselleştirmedi. Bunu bilinçli bir lakayidiyle, umursamazlıkla geçiştirmedi, bunlar zor suallerdi ve başka dertleri vardı Türkiye’nin. Örnegin 1961’de Hannah Arendt, Eichman davasını izleyip iz bırakacak ünlü kitabı ‘Kötülüğün Sıradanlığı’nı yazdığında Türkiye 27 Mayıs darbe ertesini yaşıyordu, 1985’te Claude Lanzmann’ın, toplama kamplarından hayatta kalanlarla yaptığı 9 saatlik belgeseli Shoah televizyonda gösterilip Avrupa’nın savaş hafızası yeniden kanadığında, Türkiye 12 Eylül’ün sarsıntısını hazmetmeye çalışıyordu (TRT Shoah’yı ancak 2011’de satın aldı, altyazılarını yazdırıp 26 Ocak, -Uluslararası Holokostu Anma Günü-, 2012’den itibaren göstermeye etmeye başladı. Hiçbir duyuru yapmadan, neredeyse gizlice ve neredeyse hiçbir medya tepkisine yol açmadan. Başarılı bir gayri etkinlik olayı yaratarak.) 

Türkiye entelijansiyası
1980’lerin sonuna gelindiğinde ise biraz da şemalaştırarak ve basitleştirerek denebilir ki, Türkiye entelijensiyası bir paradigma değişikliği yaşamaya başladı, devletle özdeşleşmeden, kapıkulu düşünürü statüsünden çıkmaya özen göstermeye başladı. Buna öylesine öncelik verdi ki, Avrupa düşüncesinin tehlike işaretleri olarak algılayacağı ayrımcı, ırkçı, nefret söylemlerine kafi dikkat etmedi, kabul edilemez skandallar olarak değil, tali detaylar olarak baktı. Bu söylemleri dillerine dolayanlarla ittifak yapmakta sorun görmedi. Önemli olan devlete karşı durabilmekti, vesayetten çıkmaktı. Örneğin bir Milli Görüş’ün ve onun çizgisindeki siyasi kuruluşların ırkçı, iki dünya savaşı arası yeşermiş antisemit retoriği aynen tekrarlayan söylemine skandal olarak bakılmadığı gibi, sözkonusu kurumun kimliğini belirleyen elemanlardan biri olarak analiz edilmeye gerek görülmedi. O elemanlar sadece görmemezlikten gelindi. Bu açıdan Avrupa’nın dışına düşüldü.
Buradaki önemli kavram sıradanlaşma, şiddetin, nefretin, vahşetin skandal olmaması, kabul edilemez olma, ret, öfke ve isyan (indignation) niteliğini kaybetmesi. Sıradanlaşma, nefret söylemine maruz insan ve insan gruplarının zamanla insandan saymamasını (deshumanisation) mümkün kılıyor. Öldürülmeleri, işkence görmeleri zulmü gerçekleştiren için sorun oluşturmuyor. Zira insan değiller, benden, bizden değiller, onlarla herhangi bir özdeşleşme olmayacağı için empati, suçluluk, vicdan gibi duygular olaya karışmaz ve engel oluşturmaz.
Soru şu: Vahşeti nasıl sıradanlaştırmış, skandalı, dehşeti, nefreti nasıl tolere eden bir toplum olunmuş ki, birtakım insanlar bir binadayken bina ateşe verilebiliyor, herkesin ve kamu görevlilerinin gözü önünde yanıyorlar, onları yakanlar ceza görmüyor? Geçmişle ve hafızayla yüzleşmeyi gündemde tutmak, hesap sormak/vermek iyi tabii şüphesiz. Ancak, Sivas katliamı hafızanın değil zamanımızın olayı. Skandal duygusunu, öfkeyi, isyanı, kabul edilemezliği ifade etmek için bunun da tarih olmasını mı beklemek gerek? 

NORA ŞENİ:  Paris 8 Üni.